Prof. Dr. Nevzat Çelik’ten

0
2814

nevzatcelik

´Barış´ diye yazılır aslı ´savaş´tır

Söyle sevgilim savaşın düş kurduğu yerlerde
hangi yüzsüzün uydurduğu bi´ sözcüktür şu dillerden düşmeyen barış (A. Akova)

İnanmayacaksınız ama, vardı bir zamanlar. Mal mülk ve para yokken barış vardı. Sürü toplum dönemiydi. Toplayıcı ve avcı atalarımız yüz binlerce yıl doğada hazır bulduklarıyla yaşamaktaydılar. Doğadaki hali hazır yiyecekler de kimsenin malı değildi ki kavga çıksın. Kimse onlara emek vermemişti ki, sadece kendisine ait olsun da paylaşmak istemesin başkalarıyla.

Bir gün, birilerinin aklına buğday ekmek geldi. Ve çevirdi bir toprak parçasını “burası benim tarlamdır” diye. Birileri de buna inandı ve mülkiyet kavramı ortaya çıktı. O güne dek, arkada bıraktığı değerli hiç bir şeyi olmayan ve her yeri kolayca terk edip başka yerlere göçen insanoğlu, o günden sonra yaşadığı yeri artık terk edemedi. Artık yerleşikti ve artık ebediyen bağımlıydı mallarına. Her toprak parçasının artık bir sahibi vardı. J.J. Rousseau’nun “insanlığın altın çağı” olarak adlandırdığı barışçıl dönem Neolitik’te bitmişti. Ağrımayan başını ağrıtmak için uygarlaşmıştı. Şimdi artık, başkalarından korumak zorunda olduğu ve paylaşmak istemediği malları vardı. Şimdi artık, göç ettiğinde taşıyamayacağı kadar eşyası vardı. Şimdi artık, başkasına terk edemeyeceği bir memleketi ve evi vardı. Ve en kötüsü şimdi artık, doğada başıboş gezinip karnını doyurmaktan öte bir kaygısı olmayan saf mutluluğun yerini, bir sürü anlamsız dünya malını koruyup, lazım olduğuna inandığı yenilerini icat etmenin yüklü kaygısı almıştı. Her yeni icat başka yeni ihtiyaçlar doğuruyordu. Ve en kötüsü, tüm bu çabaları daha fazla düşünmesine yol açıyordu. Beyni sürekli gelişiyor, bilgileri ve malları ve esasında düşmanları sürekli çoğalıyordu. Bu, heyecan vericiydi ama ebedi mutsuzluğu da yakalamıştı işte: Düşünüyordu. Olur olmaz her şeyi düşünüyor, değerlendiriyordu. Malları, ürünleri paylaşmak zaten çok zordu. Ama fark etti ki, bir başkası aynı konuda farklı düşünebiliyordu. İşte şimdi daha zoruyla baş başaydı: Başkalarının kendi gibi düşünmesini ve kendi inandıklarına inanmasını sağlamalıydı ki, herkesi kolayca yönetebilsin. Ve başkaları, farklı aykırı düşünceleriyle hazır kurulu düzenini bozmasın.

Her daim iyi savaşan gücü olanlar büyük devletler kurmuştur. Bunların savaş bakanlıklarının adı da, nasıl oluyorsa “Savunma Bakanlığı”dır. Barış, sadece masum halkın romantik bir beklentisidir. Bu yolla da dünya tarihinde pek çok etkileyici halk ayaklanmalarıyla pek çok sistem ve diktatör yıkılmış ve ardından daha insani düzenler kurulabilmiş ve bu yolla emperyalist baskılara direnilebilmiştir. Buna karşın barışın ortadan kalkması veya zayıflamasında halkın hiçbir rolü yoktur. Tarih boyunca yeni iktidar ve çıkar heveslileri paylarını çoğaltmak veya pay sahibi olmak için ortalığı karıştırmış, barışı bozmuştur. Her savaş, toprak ve kaynak paylaşım planları ve de iktidar oyunları sonucu çıkmıştır. Her savaş sonrasında yeni egemenler ve yeni zenginler türemiştir. Her savaş, silah kartellerini daha da güçlendirmiştir. Savaştan sebeplenenlerin en kolay at oynattığı coğrafyanın Orta Doğu olması da tesadüf değildir. Orta Doğu’nun tarihsel iç dinamikleri buna fazlasıyla müsaittir de. Tarih boyunca dinmemiş kavgalar coğrafyasıdır Orta Doğu. En eski medeniyetlerin beşiği olması bugün yeterince barışçıl yaşamasına yetmemiştir. Aynı coğrafyada binlerce savaşın kötü sonuçları bilinmesine rağmen yeni savaşlarla uygarlık defalarca kesintiye uğramıştır.

Doğrusu bir arkeolog olarak “en parlak uygarlıklar bu topraklarda doğmuştur” derken keyif duyabilirim. Ama bu tarihte yaşayan biri olarak uygarlık cümlesini bugün için kurmayı tercih ederdim. Çünkü tarihsel zenginlikler günü kurtarmıyor. Öyle olsaydı Mısır, Suriye, Irak ve diğer Mezopotamya ülkeleri bugünün en barışçıl ve en uygar yaşamlı devletleri olurlardı. Ama tam tersidir. Belli ki tarih, barış dersinden çok savaş dersi vermiştir. Belli ki tarihin gücü, savaş ölümlerini ve savaş yoksulluklarını anlatmaya yetmemiştir. Ya da tarihin gücü, savaştan çıkarı olanların gücünün karşısına her zaman kifayetsiz kalmıştır. Uzun tarihe baktığımızda dünyadaki herhangi bir ülke toprakları en az yüzlerce kez işgale uğramış ve el değiştirmiştir. Mesela İS 2500’de bugünkü sınırlardan belki de hiçbiri kalmayacak yine değişecektir. Kim bilir hangi topraklar hangi yeni toplumların/işgalcilerin olmuş olacaktır. Kim bilir hangi soylar kırılacaktır. Halbuki en büyük yayılımcılar sonunda mecburen öz vatanlarına çekilmiştir. Dünyaya yayılan Roma İmparatorluğu İtalya’ya; Büyük İskender’in krallığı Makedonya’ya; muhteşem Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’ya; Habsburg hanedanının Avusturya Macaristan İmparatorluğu 1. Dünya savaşı ardından Avusturya’ya ve gelmiş geçmiş en geniş sınırlara ulaşan Cengiz Han’ın Moğol İmparatorluğu da nihayetinde Moğolistan’a çekilmiştir. Hiçbir yayılmacı tarih boyunca başkasının topraklarında kalıcı olamamıştır. Önce yayılmış, sonra da başladıkları/doğdukları yerlere geri dönmüşlerdir. Büyük Britanya İmparatorluğu’nun üzerinde artık güneş batmaktadır. Yani kimsenin malı kimseye yar olmamıştır. Uzak ya da yakın yarınlarda da benzerlerinin yaşanması kaçınılmazdır.

Öte yandan milliyet ve din her zaman büyük savaşların temel nedeni olmuştur. Dünya halklarını karşı karşıya getiren bu iki temel etkenin gücü aşılabilir değildir. Yeryüzü durdukça herkes kendi dini ve kendi milliyeti için her şeyi hak görüp diğer tüm din ve milliyetleri yok saymak isteyecek bunun için savaşacaktır. Nihayetinde savaşan her kime sorarsanız sorun kendince makul bir gerekçe anlatacaktır. Gandi, “Bu çağın gereği ortak bir din değil, çeşitli dinlere bağlı insanlar arasındaki karşılıklı hoşgörü ve saygıdır” diyerek asıl sorunu ve çözümünü vurgulamıştır.

Uzun erimli baktığımızda, barış kesinlikle geçici bir durumdur. Bazen barışın tek nedeni taraflardan birinin yeterince güçlü olmayı beklemesidir. Savaş meydanına çıkacak denli güçlü olduğunda öteki ancak barış masasına oturmaktadır: İki savaş arasında bir moladır barış.

Doğanın en vahşi canlısı belki de insandır. Hiçbir hayvan, beslenmek dışında öldürmez. Ya da hiçbir hayvan eşini öldürmez. Barış öncelikle, insanın kendi içinde yenmesi gereken kendisiyle verdiği savaşının kazanılması, kötülükleri yok etmesidir. Çünkü insanın doğası pek çok kötülükler barındırır. Dışarıdaki kötülüklere karşı oldukça acizse de, beyin ve yürek yardımıyla bu yollar bazen aşılır; insan içindeki huzuru önceller ve önce kendiyle barışır: Arkasından da toplum ve toplumlar.

Einstein “Barış için savaşmaya hazırım” derken ne çıkılmaz bir kuyuya düştüğümüzü gösterir: Barış için bile savaş kaçınılmazdır. Yani kötülüğü kötülükle yok etme yolu olarak da vardır. Atatürk “Yurtta sulh cihanda sulh” diyebilmek için ne çok savaşlar vermiştir. Yani maliyeti en pahallı kazanımdır barış.

Martin Luther’in dediği gibi, “Kuşlar gibi uçmasını, baIıkIar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak bu arada çok basit bir sanatı unuttuk; kardeşçe yaşamayı”. Yeryüzü tarihi daha çok, savaşlarla ve savaşların yaralarını kapatmaya harcanan yıllarla doludur. Gerisi ise “intikam” gününü beklemekle geçmiştir. Dolayısıyla silahlara ebedi veda asla mümkün değildir. Bunu besleyen korku da hep dağları beklemektedir.

Her 21 Eylül’de, BM Barış Günü´nde, çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretilen “Barış Çanı” çalınır. Çanın üzerinde, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazar. Barış varken, çocukların ismi bile yoktu. Şimdi ise tüm karanlık geleceğe rağmen umutla doğan çocukların adıdır BARIŞ. Ama SAVAŞ adını taşıyan çocuklar da hep var olacaktır.

Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın on dördü (M. Cevdet Anday)

Ne zaman ki farklı ırk, din, dil ve milliyetlerin ötekinden ayrıcalıklı olmadığı öğrenilir, o zaman küresel barış gelebilir. Ne zaman ki “çift ay” gördük gökyüzünde o zaman barış da belki gelmiş olacaktır. Olsun, biz yine de imkânsızı dileyelim ve zorla bulunmuş küçük barış zamancıklarında yaşamanın değerini bilelim ki uzasın…

 

MyGazete’den alıntıdır. http://www.mygazete.com/yazilar.php?url=baris-diye-yazilir-asli-savastir

 

CEVAP VER